top of page
  • Writer's picturecerenturkmenoglu

Tuva Seyahatimden Notlar - 1. Yolculuktan Önce


- ‘Nereye dedin?’ diye tekrar sordu jüri üyesi.

- ‘Tuva’ya!’ dedim tekrar.

- ‘Haritada göstersene bana!’


Kitaplıktan büyük, eski bir dünya atlası çıkardı- içinde kaybolabileceğiniz türden bir tane. Orta Asya ile ilgili bölümü açıp bana verdi. Parmağımı Rusya – Moğolistan sınırının üstünde bir süre gezdirdikten sonra küçük bir noktanın üstüne koydum- Tannu Tuva.


- ‘İşte!’ dedim, ‘Tuva burada’.



Az önce Cambridge Massachusetts’te altı Amerikalı hanımefendiye Tuva’ya gidip müzikleri ve kültürlerini araştırmakla ilgili projemi anlatmış, üstüne Türk rebabı ile bir Tuva halk şarkısı çalmış bulunuyordum. Biraz kafaları karışmış görünüyorlardı, ancak yine de onların ilgisini yakaladığının farkındaydım. Müziği yakından takip ettiği belli olan topluluk Silk Road Ensemble’da bir rebab olup olmadığını sordu ve Yo-Yo Ma’nın bir alt sokakta yaşadığını söyleyerek ‘belki de gidip tanışmalısın’ dediler. Birkaç sorunun daha ardından “teşekkür ederiz” diyerek görüşmeyi sonlandırdılar, “bir hafta içinde size geri dönüş yapacağız”.


Büyük salondan çıkışa doğru yönlenirken etrafımdaki sayısız ilgi çekici eşya gözüme çarpıyordu. Hindistan’dan işlemeli bir bakır kâse, duvarda İran’dan bir minyatür, ahşap oyma masada Türkiye’den çinili bir vazo… Her birine ilgiyle baktığımı gören beyaz saçlı kadın seyahatlerinden getirdiği bu eşyalar hakkında birkaç hikâye anlattı, ardından beni yolculayarak görüşmeye gelmiş diğer adayı karşıladı.


Tesadüfen görüp başvurduğum bir ilân üzerine çağırıldığım mülakat işte böyle geçti. İlan, Boston merkezli Women’s Travel Club adlı kulübün seyahat ödülü ilanıydı. Kadınların araştırmaları ve çalışmaları doğrultusunda yapacakları seyahatler için ödenek sağlayan bu kulüp 1934’lerde beş Boston’lu kadın tarafından kurulmuş, o günden beri üyeleri artmış ve pek çok araştırmacıya seyahat imkânı sağlamış. İki senede bir iki kadına verilen bu ödül için seçileceğime dair pek umudum yoktu ancak hazırlanma süreciyle birlikte Tuva’ya gitme fikrine iyice bağlanmaya başlamıştım. Görüşmeden çıktıktan sonra aynı akşam jüri üyelerinden biriyle antik müzik enstrümanları ile ilgili bir seminerde karşılaşmam tesadüf değildi sanırım. Birkaç gün boyunca sabırsızlık içinde bekledikten sonra nihayet güzel haberi aldım.


O âna kadar Orta Asya’nın derinliklerinde zamana karşı durmuş bu ufak ülkeye gitmek benim için bir hayaldi, maceracı bir fikirden ibaretti. Müziklerini dinleyip uçsuz bucaksız bozkırları ve puslu dağlarında çekilmiş fotoğraflara bakıyordum. Ancak seyahat bursunu kazanmamla bir anda durum ciddileşmişti ve açıkçası oraya gerçekten gitme fikri gözümü korkutuyordu. Tuva’ya direkt uçuş yoktu, neyle, nasıl gidileceğine dair kesin bilgiler bulamıyordum ve bunları sorabileceğim kimseyi henüz tanımıyordum. İnternetteki bazı seyahat forumlarında sorularıma “Tuva tehlikeli bir yer, oraya gitmenizi tavsiye etmem” veya “ Tuva ziyaretçiler için güvenli bir yer değil” tarzı cevaplar geliyordu. Bunların üstüne izlediğim belgeselde “Tuva, yüksek suç ve alkolizm oranlarıyla Rusya’nın cehennem deliğidir” diye söze başlayan abartılı sunucu halihazırdaki endişeme tuz biber ekmişti. Nasıl bir yol izlemem gerektiğine emin değildim. Tek bildiğim artık oraya gidecek olduğum ve yolumu çizmem gerektiğiydi.


Ben de oturup Tuva dilini öğrenmeye başladım. Dillere olan ilgim sebebiyle işin en keyifli ve stresten uzak kısmı buydu. Önce Kiril alfabesini öğrendim ve internette bulabildiğim sınırlı kaynaklardan Tuva dilini çalışmaya başladım. Türkçe ile aynı Türki diller ailesinden olması öğrenme sürecimi daha ilgi çekici hale getirdi. Böylece Tuva’ya gidişime kadar yarım yıl boyunca Tuvaca çalıştım. Dünya genelinde anadili Tuvaca olan 280,000 kişi olduğu düşünülürse Tuva dışında pek kullanamayacağım bir beceri edinmekteydim ancak yerel halkla samimi bir iletişim kurmanın yolunun onların dilini öğrenmekten geçtiğini düşünüyordum. Rusça ve Tuvaca’nın konuşulduğu Tuva’da pek fazla İngilizce bilen yok, bu yüzden seyahatim boyunca Türkçe bilen kişilerle tanışmak ve onların yardımını almak benim için büyük bir şans oldu.


Kazananların ilânından iki ay sonra dernekte bir tanışma günü düzenlendi. Sıra ödüllerin takdimine gelince altı kişilik jüri aralarında fikir birliğine varamadığı için bu sene üç kazanan seçtiklerini duyurdu. Diğer iki kazanan Amerikalıydı ve biri Lesotho’ya biri de Arjantin’e gidecekti. Üçüncü; bendim... Diğer kazananların ardından ben de kısa bir konuşma yapıp, aralarında kimsenin duymamış olduğu Tuva’ya neden gitmek istediğime dair birkaç söz söyledim. Destekleyici bir şekilde alkışladılar.


Bu esnada zaman ilerliyordu ancak hâlâ Tuva dilini çalışmak dışında somut bir hazırlık yapmıyordum. Tuvaca öğrenmek benim için daha çok bir çeşit stresle başa çıkma yöntemine dönüşmüştü. Tanışma toplantısından ayrılmış, eninde sonunda evime ulaşacak nehrin kıyısında ayaklarımı sürüye sürüye yürürken kafamdaki sorular içinde kaybolmuştum ki aniden birisi adımı söyledi. Kafamı kaldırıp baktığımda karşımda yıllardır görmediğim arkadaşım Can duruyordu. Can bir besteciydi ve Boston’a kısa bir süre önce taşınmıştı. Bir çırpıda ne oluyor ne bitiyor anlattım. Tabii bütün bu hikâye onu da heyecanlandırdı, Tuva müziği ile bir dönem o da ilgilenmiş olduğu için konuya aşinaydı. Tuvalı birini nerden bulup iletişime geçeceğim konusunda kendisinin yararlanmış olduğu Fullbright bursunun veri tabanını araştırmayı önerdi. Tuvalı birini mutlaka bulacağını söyleyerek okumam için ‘Nehirlerin ve Dağların Şarkı Söylediği Yer’ adlı kitaptan bahsetti. Kitap, Orta Asya ve özellikle Tuva müziği ile ilgili önemli araştırmalar yapmış Amerikalı etnomüzikolog Theodor Levin’e aitti.


Kısa sürede Can’dan haber geldi. Fullbright veri tabanında Tuvalı birini bulmuştu ve beni Alaska’da antropoloji doktorası yapan Tayana ile iletişime soktu. Tayana sorularıma cevap verirken bir yandan da iletişime geçebileceğim başka kişilerin isimlerini verdi. Bu kişilerden biri daha sonra İstanbul’da, ardından da Tuva’da buluşacağımız Türkolog Aziyana idi. Bu esnada Tuva müziği ile ilgili yıllarca çalışmalar yapmış olan Prof. Levin’e bir email yazdım ve sadece birkaç saat içinde kendisinden uzun bir cevap geldi. Emailine ‘Kırgızistan’dan selamlar’ diye başlıyordu. Kısa süre içinde çoktan Tuvalı müzikolog Valentina Suzukey ile yazışmış, benden bahsetmiş, üstüne ondan gelen cevabı Rusçadan İngilizce’ye çevirip emailine eklemişti. İkisi de iletişime geçebileceğim Tuvalı müzisyenlerin iletişim bilgilerini göndermişti, böylece Tuva’daki bağlantılarım artıyordu. Tuvalı müzisyenlere yazdığım emaili bir arkadaşımın yardımıyla Rusça’ya çevirdik ve gönderdim. Geri dönüşler son derece dostçaydı. Ben de cevap olarak az ve öz Tuvaca’mla ilk Tuvaca emailimi yazdım.



Ayrıntılar yavaş yavaş netleşirken bir yandan da Tuva ile ilgili bulabildiğim herşeyi izliyor, dinliyor ve okuyordum. Bu esnada Amerikalı matematikçi Richard Feynman’ın Tuva ile ilgili konuştuğu videosuna denk geldim. Çocukluğunda babasıyla Dünya atlaslarında gördüğü Tannu Tuva adlı ufak ülkeye ne olduğunu merak etmesiyle başlayan macerasının oraya gerçekten gitme arzusuna dönüşmesini ve sonrasında bu seyahati gerçekleştirebilmek için yıllarca ne kadar uğraştığını anlattığı yürek ısıtan konuşmasıydı bu video. Ölümünden bir hafta önce evinde arkadaşlarıyla sohbeti esnasında çekilmişti, ne yazık ki gitmesi kısmet olmamıştı. Maceracı bir ruh ve keşfetme heyecanı ile dolu bu konuşmayı izlemek beni seyahatim için daha da şevklendirdi ve gittiğimde Feynman’a Tuva’dan bir selam göndermeye söz verdim.


Bu esnada başka bir büyük tesadüf gerçekleşti. Birkaç hafta sonra sanat etkinlikleri ile ilgili katıldığım bir toplantıda katılımcılara ‘Tuva ile ilgili herhangi bir bilgisi olan var mı’ diye sormam üzerine bir kadın yanıma gelerek Feynman ile büyük annesinin kuzen olduğunu ve onun Tuva merakını yakından bildiğini söyledi. Şu küçücük salonda Feynman’ın kuzeninin torununa denk gelmenin olasılığını nedir acaba diye düşündüm. Tuva’ya gitmeye karar verdiğimden beri böyle ufak tesadüfler oluyordu ve aynı şey geçti aklımdan; belki de tesadüf değil.


Bir yandan bilgi toplamaya devam ediyordum. İnternette “Türklerin kadim çalgıları ustaların elinde can buldu” başlıklı bir gazete makalesine denk geldim. Makale, İzmir’de bir müzede sergilenmekte olan Tuva çalgılarından bahsediyordu. İzmir, Alsancak’ta bulunan enstrüman müzesi Müziksev’in kaybolmaya yüz tutmuş çalgıları yeniden hayata döndürmek amacıyla oluşturduğu “Orta Asya’dan Anadolu’ya iki tellinin yolculuğu” adlı projesinde Tuva Türklerinin ‘igil’i, Altay steplerinin ‘kıl kopuzu’ ve Toroslar’ın ‘ıklığ’ı bir araya getiriliyordu. Çalgı yapımcı ve koleksiyoncu Güner Özkan başkanlığında oluşturulan projede, kendisinin çizdiği modellere göre çalgı yapımcı Ozan Özdemir tarafından geleneksel yöntemlerle yapılan bu çalgıların hikâyesini duymak beni çok heyecanlandırdı ve hemen Müziksev’e bir email yazdım, ancak Güner Özkan’a ulaşamadım.


Türkiye’ye döndüğümde ilk iş İzmir’de Müziksev’i ziyaret edip çalgıları gördüm. Bu esnada rebab ustası Mehmet Refik Kaya ile rebab çalışmak üzere sözleşmiştim. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Tarihi Türk Müziği Topluluğu’nda rebab sanatçısı olan Refik Bey, unutulmaya yüz tutmuş rebab üzerine önemli çalışmalar yapmış bir isim. Aynı zamanda çalgı yapımcı olan Refik Bey rebabı geliştirerek yaptığı saza ‘Refik-i Rebab’ ismini vermiş ve teknik kapasitesini arttırarak her türlü eserin çalınabileceği bir çalgı olmasını sağlamış. O sırada İzmir’de bulunuyordu, rebabımı alıp yanına gittim. Büyük sürpriz ise çalışmamızın ardından gelen misafirlerden birinin Güner Özkan olmasıydı. Gökte ararken yerde bulduğum Güner Bey’le hemen sohbete başladık. Tuva’ya gideceğimi duyunca benden çok heyecandı bu habere. “Yarın mutlaka müzeye gel, sana göstereceğim şeyler var” dedi ve ertesi gün müzede buluştuk.


Müzik aletlerine olan ilgisi çocuk yaşta başlayan Güner Özkan yıllar içinde 300’den fazla çalgı biriktirmiş. Tüm koleksiyonunu bağışladığı Müziksev Müzik Enstrümanları Müzesi’nde bu çalgıları görmek mümkün. Geleneksel Türk çalgılarını tanıtmak amacıyla Türkiye’nin çeşitli illeri, Amerika, Avrupa ve Uzak Doğuda çalgı koleksiyonuyla sergiler düzenleyen Güner Bey aynı zamanda bir enstrüman yapımcı. Gazete makalesinde bahsedilen Tuva çalgısı da onun çizdiği modellere göre yapılmıştı.



Müzeye bu gidişimde geçen sefer camekânın ardından baktığım Tuva çalgısı yerinden çıkarıldı ve ellerimde tutup çaldım. Tuva igil’inin yanı sıra kıl kopuz ve ıklığ da vardı ve çalgıları alıp Güner Bey’in odasına geçtik. Odada bir köşeye yığılmış çeşitli çalgılar vardı, bunların müzeye bağışlanmış çalgılar olduğu ve bakımları yapıldıktan sonra sergiye dahil olacaklarını söyledi. Duvarda ve raflarda aldığı ödüllere baktığım sırada bana Türk çalgıları ile ilgili yaptığı çalışmalardan bahsetti. O sıralarda Türkiye’nin her köşesindeki çalgıları toparladığı Geleneksel Türk Çalgıları kitabı üzerinde çalışıyordu. Elindeki bütün kaynakları ve bilgileri cömertçe benimle paylaştı.



Ben Tuva’da yapacağım araştırmayı anlatırken Güner Bey de ‘Orta Asya’dan Anadolu’ya iki tellinin yolculuğu’ projesinde beraber çalıştığı arkadaşlarına telefon edip “Burada Tuva’ya gidecek bir hanım kız var, hadi bekliyoruz, müzeye gel de tanışın” diye haber salıyordu. Tanıştığım kişilerden biri çok güzel igil çalıyor ve Tuvalılar’a özgü gırtlak şarkısını yapıyordu. Herkeste Tuva’ya dair büyük bir hayranlık ve merak vardı ve beni keşfedilmemiş topraklara yelken açan bir kahramanmışım gibi coşku içinde uğurlardılar. Bir ay sonra Tuva’dan elimde çalgılarla döndüğümde görüşmek üzere sözleştik. Dönüşümde Güner Bey getirdiğim igil’in ölçülerini alarak müze bir kopyasını yapacaktı.

189 views1 comment

Recent Posts

See All
bottom of page