Orta Asya'da Rusya'ya bağlı bir özerk Türki cumhuriyet olan Tuva'ya geleneksel müziklerini araştırmak için düzenlediğim yolculuğumda Tuva'nın geleneksel çalgılarını yakından inceleme fırsatı buldum. Bir kemancı olduğum için tabii ki ilgimi en çok Tuva'nın geleneksel yaylı çalgıları çekti. Bu çalgılar arasından "igil", çalgıya oyulmuş at başı figürüyle ayrı bir büyüleyiciliğe sahip.
İgil sözcüğü Tuva dilinde iki tel anlamına gelmektedir. Tuvaca’da tel yerine kıl (khıl) sözcüğü kullanılır. At kuyruğu kıllarından yapılan iki sıra tel yine at kuyruğu kıllarından yapılan bir yayla çalınır. İgil’in sert ağaçtan oyulmuş damla şeklindeki gövdesine genellikle teke derisi gerilir ve teller bu derinin üstündeki eşiğe oturtulur. Ses perdeleri bulunmayan uzun sapının tepesine oyulan at başı figürü, igilin karakteristik özelliğidir.
İgile benzer çalgılar arasında Altaylar'da "ikili", Hakasya'da "ııklı", Kazakistan'da "kıl kopuz" ve Kırgızistan'da "kıyak" sayılabilir. Bu çalgılar halen bu bölgelerde kullanılmaktadır. Bu çalgıların ortak özelliği at kuyruğundan yapılan iki tele sahip, yayla çalınan çalgılar olmalarıdır. Tını olarak benzeşmektedirler. Anadolu'da halk müziğinde kullanılan pek çok çalgının kökeninde Orta Asya Türk kültürlerinin etkisi bilinmektedir.
Gözlemlerime ve çalgı yapımcılarla olan konuşmalarıma göre diğer Tuva geleneksel çalgılarında olduğu gibi igilin de yapımında sıkı bir standart takip edilmiyor. Geleneksel anlamda, bir halk çalgısı olan igil kişinin uygun bir ağacı kesip kendine uygun bir şekle getirmesiyle yapılıyor. Dolayısıyla igiller arasında boyut ve şekil farklılıkları gözlemlemek mümkün. Genellikle çalgılar çalacak kişinin fiziksel özelliklerine uyacak şekilde yapılıyor. Örneğin, çalgıyı çalacak kişi nispeten yapılıysa, daha büyük bir igil, daha küçük ellere veya narin bir yapıya sahipse, ona uygun daha ufak bir igil yapılabiliyor.
Atölye
Tuva Kültür Merkezi’nin başkanı ile bir igil istediğimi konuştuktan sonra beni kültür merkezindeki çalgı yapım atölyesine götürdü. Geniş atölyenin her köşesinde yapım aşamasında ve yapımı yeni tamamlanmış çalgılar vardı. Yerlerde talaş tozu, bir kenarda üst üste yığılmış tahta bloklar, diğer kenarda yerlere sarkan birkaç tutam at kılı ve masalardaki dağılmış alet edevatın yanı sıra atölyenin çeşitli köşelerinde ustalıkla oyulmuş küçük hayvan figürleri bulunuyordu. Duvarlarda Tuva’nın bozkırlarını ve dağlarını gösteren birkaç resim ve görkemli boynuzları olan hayvan kafatasları asılıydı. Atölyedeki çalgıların hepsi birbirinden biraz farklıydı ve incelemekten kendimi alamıyordum açıkçası. İşlemeleri, boyutları, renkleri ile her çalgının kendine özgü, ayrıcalıklı bir görünümü vardı. Kültür Merkezi başkanı beni çalgı yapımcı Artış Monguş ile tanıştırdı, buradaki çalgıların çoğu onun elinden çıkıyordu. Tuva’da sık rastlanan soyadlarından olan Monguş, “bin-güç” anlamına, Artış ise “ardıç” anlamına geliyor. Artış ve Kültür Merkezi başkanı aralarında konuşurken başkanın ona benim için bir “kız kişi igili” yapmasını söylediği kulağıma çalındı.
Artış böylece benim için yeni bir igil yapmayı kabul etti. Buna çok sevindim, üstelik gün be gün gelip yapım aşamasını takip edebilecek, igilin hayata gelişini kendi gözlerimle görebilecektim. Artış, igil için kullanmayı planladığı tahta bloğu gösterdi ve hemen o gün yapımına başlayacağını söyledi. Dediğine göre bir hafta içinde igil “çalmaya hazır” hale gelmiş olacaktı. Akşam saatlerinde yanına tekrar uğradığımda Artış tahta bloğu oymaya başlamıştı bile. O günden sonra beni her gördüğünde atölyeye çağırıyor, ben de gidip her gün yaptığı gelişmeleri takip ediyordum. Tahtanın kaba oyması bittikten sonra çalgının gövdesine deriyi gereceği zaman yine yanına gittim, bu esnada konuşmaya başladık.
Ceren: Ne zamandan beri bu işi yapıyorsun Artış, bugüne kadar kaç igil yaptın?
Artış: Bugüne kadar kaç igil yaptığımı bilmiyorum ama bu işe 2007 yılında, üniversitede öğrenci iken merak sarmıştım. O zamanlar güzel sanatlarda çizim üzerine okuyordum ve çalgı yapımı ile ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Çalgı yapımına daha sonradan arkadaşlarımdan öğrenerek merak sardım. O zamandan beridir bu işle uğraşıyorum.
C: Bu işi nasıl öğrenmeye başladın? A: Yontma işini ilk olarak kemik, taş, tahta ve boynuz yontarak öğrendim. Daha sonra çalgı yontmaya başladım. Atölyedeki o ince işçilikle yapılmış tahta yontma figürler tekrar gözüme çarptı. C: Kendi icadın olan çalgılar ortaya çıkardın mı hiç?
A: Evet, bana özgü birkaç çalgı var. Kültür Merkezi’nin girişinde sergileniyor, görmüşsündür. Bunlardan biri boynuzdan oyulmuş bir bızaançı[1], diğeri de at kafatasından oyulmuş bir igil. (altta)
C: Evet, çalgıları gördüm. Senin yaptığını bilmiyordum. Öğrencilerin var mı peki, sen de bu işi öğretiyor musun? A: Evet, birçok öğrencim var. Öğrencilerimin çoğu şehirden değil köylerden geliyor. Şehirdeki insan zaten çok çalgı yapamaz. Ağacın bol olduğu ve kesilebildiği yerlerde olanlar daha çok çalgı yapabilir. En önemlisi, öylesine gelip “ben çalgı yapmak istiyorum” diyen birisi çalgı yapımcı olamaz, bu çok dikkat isteyen bir iş. Bu yüzden sadece gerçekten istekli olan öğrencilerle çalışmaya gayret ediyorum. Artış bir taraftan da igili ince ince oymaya, düzeltmeye devam ediyordu. C: İgil yapımında dikkat edilecek noktalar nedir?
A: İgili yapımında en önemli şey kullanılan tahta. Çalgının iyi ses vermesi için tahtanın iyi olması gerekiyor. Örneğin, yonttuğum bu ağaç kesildikten sonra kırk sene bekletildi. Asya’nın Ortası heykelinin yanında bir ağaçtı. Tahtası çok hafif, ses verişi çok iyi. Çalgının iyi ses vermesi için en önemli şey ağacın kuru olması. Bu tahta önce suyla beslenip reçineden arındırıldı, reçinesi tamamen gittikten sonra da kurumaya bırakıldı. İgilin gövdesi için teke derisini kullanacağım. Deriyi yumuşaması için önce birkaç saat güneşin altında, suda bekleteceğim. Sonra çalgının oyulmuş gövdesine gerip kenarlarından sabitleyeceğim. İgil yapımında en çok zaman alan kısmın at başını oymak olduğunu söylerken at başının hatlarını ortaya çıkarıyordu yavaş yavaş. Ardından igilin ne renk olmasını istediğimi sorarak birkaç farklı renk cila gösterdi bana. Normalde bir igili ortalama sekiz gün içinde yaptığını, acele durumlarda dört güne kadar inebildiğini söyledi.
“Benim hiç acelem yok” diyerek takıldım ona. Bunun üzerine “Ben bu igili öylesine yapmıyorum, çok içtenlikle ve gayretle yapıyorum” dedi, gerçekten özeniyordu. “Çünkü bu igil çok uzaklara gidecek.” Doğruydu, igil önce Türkiye’ye sonra Amerika’ya, Kızıl’dan Boston’a kuş uçuşu en az 9,500km yol kat edecekti. C: Peki kendin de igil çalıyor musun? A: Zamanım olmadığı için pek çaldığım yok. Eğer igil çalmaya da başlarsam yontmaya zamanım kalmaz. Bundan bir önce yaptığım igili Moğolistan’dan gelen bir sumo güreşi şampiyonuna hediye etmiştim.
Yontma bıçağını sehpaya bırakarak igili elinde çevirdi, hevesle ekledi; "Derilemesini akşam yapacağım, sonra da kurutacağım. Şu an bir igilin doğmasına tanık oluyorsunuz, göreceksiniz, birkaç gün içinde bu igil ses vermeye başlayacak!"
Efsane
İgil, çalgıya oyulan at başından da anlaşılacağı gibi, atı temsil eden bir çalgı. At, özellikle Orta Asya Türkleri olmak üzere, Türk toplumlar için büyük bir önem taşıyor. Türk kültürünün en değerli sembollerinden biri haline gelmiş at, tarih boyunca pek çok efsane ve destanın başkahramanı olmuş. Pek çok kaynağa göre atı ilk ehlileştiren ırk Türkler. Bu konu ile ilgili farklı fikirler olsa da, bu durum atın tarih boyunca Türk uluslar için olan önemini değiştirmiyor.
Yunan mitolojisindeki kanatlı at "Pegasus"u hepimiz duymuşuzdur. Türk mitolojisinde de bir kanatlı at yer aldığını biliyor muydunuz? Bu atın ismi Tulpar.
Tulpar'ın adı, Türk, Kırgız ve Altay mitolojilerinde geçer. Genelde beyaz veya siyah bir at olarak betimlenmiştir. Beyaz kanatları olan Tulpar, “Kuday” tarafından yiğitlere yardımcı olması için yaratılmıştır. Türk mitolojisinde Kuday, kainatın yaratıcısı olarak anılır. Altay metinlerinde Altay Kuday (Altay Tanrısı) veya Yedi Kuday gibi kavramlara sıkça rastlanır. Bazen Kuday ve Umay eş olarak görülürler. Kuday, eril gökyüzü tanrısı, Umay ise dişil yeryüzü tanrısıdır.
Tulpar’ın adı dünyanın en uzun destanı olan Kırgızlar’ın Manas destanında da geçer. Manas'ın ünlü savaşçılarının sürdüğü, kanatlarıyla rüzgardan hızlı gittiği söylenen efsanevi atlardır Tulparlar. İnanışa göre Tulpar’ın kanatlarını hiç kimse göremez. Tulpar, kanatlarını yalnız karanlıkta, büyük engelleri ve mesafeleri aşarken açar. Eğer birisi tarafından kanatları görülürse, Tulpar’ın kaybolacağına inanılır.
At figürünü Orta Asya'daki bazı devletlerin ve Türki cumhuriyetlerin armasında görmek mümkün. Tuva devlet armasında olduğu gibi Rusya’ya bağlı başka bir Türki cumhuriyet olan Başkurdistan armasında da at figürü bulunuyor. Kazakistan ve Moğolistan’ın da amblemlerinde at figürü yer alıyor. Bununla birlikte Dünya’daki tek At Bakanlığı ise Türkmenistan’da bulunuyor. Türkmenistan, 1992 yılından bu yana her yıl etkinliklerle At Bayramı’nı kutluyor.
Tuva, Başkurdistan, Kazakistan ve Moğolistan devlet armaları
Atlar konusundaki konuşkanlığımı merak edecek olursanız, onu da aşağıdaki şu bilgi açıklıyor sanırım:
Ciren: Türk ve Altay mitolojisi ve masallarında geçen konuşan at türü. Ceren veya Ceyren de denir. Konuşabilen, sıra dışı bir hayvandır. (Vikipedi)
!...
Konumuza dönecek olursak, efsaneler ve hikayeler ile dolu olan Tuva kültüründe igilin de bir efsanesi var. Bu efsaneyi müzisyen dostum Naçın’dan dinledim.
"
Uzun zaman önce, eski bir kağanlıkta zengin ancak insafsız bir kağan yaşarmış. Emrinde adamları, ve bunların arasında bir de öksüz oğlan varmış. Bir sürü hayvana ve hızlı koşan ata sahip olan kağanın atlarına bir gün kurt saldırmış ve daha yeni bir tay doğurmuş olan kısrağı öldürmüş. Annesiz kalan tay iyice çelimsizleşerek güçten kuvvetten düşmüş ve bu halde tayın pek fazla yaşamayacağını düşünen Kağan emrindeki öksüz oğlana onu ormana götürüp vahşi hayvanlar yesin diye bırakmasını emretmiş. Öksüz oğlan tayı almış gitmiş ancak onu orada bırakmaya bir türlü gönlü elvermemiş, onun yerine tayı alıp evine getirmiş ve Kağan’ın bunu nasıl olsa öğrenemeyeceğini düşünerek taya bakıp iyileştirmeye başlamış. Yıllar içinde tay güçlü bir ata dönüşmüş ve gün gelmiş yarışlarda kağanın bütün atlarını geçmeye başlamış. Acımasız kağan bu duruma çok öfkelenmiş. Adamlarına derhal atı öldürmelerini emretmiş. Adamları da yakaladıkları atı tutup bir uçurumdan aşağı itmişler... Atını hiçbir yerde bulamayan öksüz oğlan üzüntüden bitap düşmüş, günlerce ve gecelerce atının yasını tutmuş. Derken bir gece rüyasında at ona gelmiş ve şöyle demiş: “Artık yas tutma benim için. Gidip şu uçurumun dibine in, orada benim bedenimi bulacaksın. Başımdan bir igil yap, kuyruğumdan ise teller ve bir yay. Göreceksin, ne zaman o igili çalsan ben yanına geleceğim ve seninle olacağım…
"
Ve igil, işte böyle meydana gelmiş.
akort sistemi
At kılından telleri ile çok özgün bir tınıya sahip olan igil, tellere basarak değil, parmağın ucuyla dokunarak çalınıyor. Tuva'lı etnomüzikolog Valentina Suzukey’e göre at kılı teller çalgının daha fazla doğuşkan[2] üretmesini sağlıyor. Suzukey, “İgilde ilginç bir şey var. Kemanın telini ortadan ikiye kesince yekpare bir tel görüyoruz. İgilin telini kesince, at kuyruğundan olduğu için, tek tek kıllar görüyoruz. Bu yüzden doğuşkanları daha fazla.” diyerek alttaki şekli çizdi.
ikiye kesilmiş keman teli ve igil teli
İgilin tellerinin akortlandığı (Türkçesi ile, uyumlandığı) sabit bir nota yok, çünkü geleneksel bağlamda bakılınca referans alınacak sabit bir nota söz konusu değil. Çoğunlukla yalnız icra edilen gırtlaktan şarkı söyleme stil Höömey’e eşlik olarak çalınan bir saz olduğu için geleneksel bağlamda çalıcının referans alması gerektiği belli bir nota yok. (Höömey ile ilgili ayrıntılı bilgi için blog'daki 4 ve 5 numaralı yazıları okuyabilirsiniz.)
Ancak günümüzde topluluklar ve orkestralar profesyonel bir çerçevede de icra ettiği için müzisyenler genellikle belli bir notaya akort ediyorlar. Akort konusunda kesin olan tek şey, tellerin tam beşli aralığına[3] göre akort edilmesi gerektiği, ancak referans alınacak nota çalan kişiye kalıyor. Yani teller Re-La, ya da Fa-Do, ya da hangi nota denk geldiyse, diğer tel ile beşli aralık oluşturduğu sürece, istendiği gibi akortlanabilir. Tuvalılar tam beşli aralığı doğadaki ideal aralık olarak görüyorlar. Tam beşli aralığının harmonik seride[4] oktavdan sonra gelen ilk aralık olduğu düşünülürse, bu aralığı ideal görmelerinin nedeni anlaşılabilir.
Suzukey’in bir anısı akortlama konusunda Tuva müziği ve Batı müziği arasındaki anlayış farkını çok güzel betimliyor. Genç bir öğrenciyken, Tuva’nın geleneksel çalgıları üzerine araştırma yapıyor ve kırsal bölgeleri dolaşıp yerel halkla alan çalışmaları yapıyormuş. O günlerden birinde müziğini kaydettiği yaşlı adam ile aralarında gelişen diyaloğu şu şekilde anlattı.
"
Gençliğimde yaşlı müzisyenler çoktu, şarkıların hepsini bilirlerdi. Bay Tayga’da[5] bir müzisyene gidip onun çalışını kaydetmek istedim. Yaşlı müzisyen çaldıktan sonra “Tamam, bu kadar. Şimdi gidip çay içelim” dedi. Ben kaydı sonlandırmadan önce çalgısını nasıl akortladığını da kaydetmek istedim. Baktım ki o iki teli aynı anda çalıyor. Ben durdurdum, önce bir teli sonra diğerini çalın dedim ve tekrar kayıt cihazını açtım. O tekrar ikisini aynı anda çalınca tekrar durdurdum ve tekrar önce bir tel, sonra bir tel deyince bana “Sen nasıl akortladığımı görmek istedin, ben de öyle çaldım.” dedi. Tekrar ayrı çalmasını rica edince müzisyen durdu ve kızdı. “Ne garip bir kızsın sen, ayarladığım akordu görmek istedin ben de onu çaldım. Sen gidip bir çay iç ben de gidip sigara içeceğim” diyerek gitti.
O zamanlarda okuldayken çalıştığım orkestralarda akort yapılması için baş kemancı la verir ve herkes aynı notaya göre çalgısını ayarlardı. Düşünüyordum, bizim yaşlılarımız nota bilmiyor, bu durumda çalgılarını nasıl akortluyordur ki? Bu yüzden önce bir teli, sonra diğer teli nasıl ayarladığı görmek istedim.
Çay içerken pencerenin yanındaydım. Pencereden baktığımda o da kapının yanında sinirli sinirli sigara içiyordu. Şaşırmıştım, bu kadar basit bir şeyi, önce bir teli sonra diğer teli çalmayı, neden yapmadı, anlamamıştım. Yaklaşık bir buçuk sene sonra birden anladım. Bizim yaşlılarımız için sabit, belli bir nota yok. Onlar çalgılarını tam beşliye göre ayarlıyor. Bu yüzden tek teli çalarsa tam beşli aralığı olmayacak ki! Bu yüzden iki teli aynı anda duyması gerekiyor. Tam beşli aralığı doğadaki ideal tınının aralığı. Bu beşlinin illa re-la olması gerekmiyor. Avrupa sisteminde la sesi belli, sabit. 440hz. Biraz aşağı biraz yukarı olamaz. Ancak bu yaşlıların notası biraz aşağı biraz yukarı olabilir, önemli olan diğer telle tam beşli aralığını oluşturması.
Müzisyen atalarımız akort edecekleri notayı keyiflerine göre ayarlıyordu, havaya göre, rahatsızlığına göre, isteğine göre. Bu müzisyene kolaylık sağlayan bir sistemdir, özgür bir sistem. Standartlara oturtulmamış. Örneğin keyfim şu an la’da çalmak istemiyor, bugün belki daha ağırdan almak istiyorum, belki rahatsızımdır ona göre çalmak istiyorum, ya da aniden güzel bir haber aldım ona göre çalmak istedim! Ancak bir toplulukta çalınıyorsa herkese göre ayarlamak lazım. Bunu anladığım zaman onların do-re-mi’yi bilmesi gerekmediğini de anladım.
"
Sovyetler Zamanı
Tuva kültürünün ve müziğinin Sovyetler Birliği zamanında epey baskı gördüğünü anlatan Suzukey bu baskıdan geleneksel müzik aletlerinin de nasibini almış olduğunu anlattı. Sovyetler'e göre Tuva müziği geri kalmış, ilkel bir müzik türüydü ve onların bu ilkel müziği çalmak yerine senfoni, opera, bale çalmaları gerekiyordu. Geleneksel çalgılarının da basit ve ilkel olduğunun söylenmesi üzerine bir geliştirme süreci başlatılmış, çalgıların doğal maddelerden yapması bırakılmıştı. Bızaançı'nın kıl tellerini atıp yerine çelik teller takmışlar, sesi keman gibi olmuş, igilin at kılı tellerini atıp yerine çelik teller takmışlar, sesi viyolonsel gibi olmuş. Daha evvel parmak uçlarıyla dokunarak çaldıkları telleri de tuşeye[6] yaklaştırıp, tellere basarak çalmaya başlamışlar.
Bu sırada yayı da değiştirmişler ve batı sazlarının yayına benzetmişler. Klasik yaylı çalgılarda yayın gerginliği, yayın sonunda bulunan bir düğmenin çevrilmesiyle ayarlanır. Kişi yayı tutarken eli kıllara değmez, yayın tahtası üzerinde durur ve icra süresince yayın gerginliği sabit kalır. Oysa Tuva çalgılarının yayı serbesttir, gerginliği ayarlayan bir düzenek yoktur. Yay tutulurken parmakların bir kısmı kıllara gelir ve çalan kişi kılların gerginliğini çaldığı sırada eliyle kıllara bastırarak ayarlar. (Bizim de rebab, klasik kemençe, yaylı tanbur gibi yaylı çalgılarımızın yayı genellikle bu şekildedir.)
Suzukey’in anlattığına göre 1940’lardan sonra Moskova’da ve Taşkent’te çalgı fabrikaları kurulmuş. Tuva hükümeti yeni yapılan çalgıları çok para ödeyip sipariş etmiş. Çalgılar geldikten sonra yaşlıları toplayıp onlara çalgıları dağıtmışlar ve çaldırıp nasıl bulduklarını sormuşlar. Oldukça kibar insanlar olan yaşlılar “Evet” demişler, “Çalgının sesi çok gür olmuş demir tellerle, çok güzel… ama Tuva’mız gibi değil”. Neden Tuva’sı gibi olmadığını sorunca yaşlılar teorik olarak açıklayamamışlar... O zamanlarda gelen Rus uzmanlar Tuva müziğini Avrupa sistemine uyarlamaya çalışmışlar. Tuva’nın ilk orkestrası bu yeni getirilen çalgılarla oluşturulmuş. 90’ların sonuna kadar bu yenilenmiş çalgılarla çalmışlar. Ancak daha sonra geleneksel sistemlerine geri dönmüşler.
Suzukey, Tuva’ya gelen ve müzisyenlerle röportajlar yapan yabancı araştırmacılarla ilgili bir de hikaye anlattı:
“Dünyaca ünlü folklorla ilgilenen araştırmacılar gelip röportaj yapıyor. Soruyor, igili, bızaançıyı nasıl yapıyorsunuz, hangi ağaçla yapıyorsunuz, nereden kesiyorsunuz, ne kadar kurutuyorsunuz, nasıl yontuyorsunuz diye... Cevap olarak bizimkiler “Stradivarius’un bekleme süresine göre ayarlıyorum, ağaç olarak kırmızı ağaç kullanıyorum” diye uydurma şeyler söylüyorlar. Halbuki tarihe indiğiniz zaman tarih bambaşka! Bizim atalarımız igili yapmak için öyle odun seçimi yapmazdı. Alırdı uygun bir odun, yontardı, belirli bir süre kurutur ve hemen çalardı. Atalarımız bir yerde on yıl kalmamış ki zaten! Göçebe oldukları için uygun bir ağacı alıp, yontup, yollarına devam ediyorlardı. Bizimkiler araştırmacılara uydurma şeyler söylüyordu ama bu da araştırma yapan kişinin işine geliyordu. Çünkü anladığı, ona tanıdık gelen birşey duyuyordu, araştırmayı bitiriyordu. “
Bunu duyunca birden Artış’ın benim igilin ağacının kırk sene bekletildiğini söylediği geldi aklıma. Üstüne bir de Asya’nın Ortası heykelinin tam yanından kesilmişti!
Bir an için “acaba...” diye düşünecek oldum içimden...
:)
**********************************************
[1] Bızaançı: Dört telli, yaylı çalınan bir geleneksel Tuva çalgısı. [2] Bir sese ayırıcı özelliğini veren frekans, o sesin üstünde, onunla aynı anda tınlayan farklı seslere temel oluşturan en kalın sese aittir. Temel sesin üzerinde tınlayan bu seslere doğuşkanlar ya da armonikler denir. Temel ses kadar güçlü olmamaları nedeniyle doğuşkanlar tek tek, açık bir biçimde duyulmazlar, ancak sesin niteliğini belirledikleri için önemlidirler. Söz gelimi, bir obua sesi ile bir klarnet sesini birbirinden ayırabilmemizi sağlayan bu çalgıların çaldıkları sesin üzerinde oluşan doğuşkanların birbirinden farklı güçte duyulmalarıdır. Farklı çalgılar ya da farklı insan seslerinin tını farklılığını bu doğuşkanlar belirler.
[3] İki nota arasındaki mesafeye "aralık" denir. Buna göre bitişik beş notanın ses açıklığı beşli aralığıdır. Tam beşli aralık, birinci ve beşinci ses arasında üç tam, bir yarım perdelik aralık olmasıyla oluşur. Örneğin, Do ile Sol arası tam beşli aralıktır. Do-Re tam perde, Re-Mi tam perde, Mi-Fa yarım perde, Fa-Sol tam perde. [4] Armonik (Harmonik) seri, veya Doğal Doğuşkanlar Serisi: En kalın temel sesin üstündeki her bir sesin frekansının temel sesin frekansının bir tam sayı katı olduğu ses dizisidir. [5] Bay Tayga: Tuva Cumhuriyeti’nin batısında yer alan bir il. [6] Tuşe: Çalgıda parmakların basıldığı yer, klavye.
Büyük bir emek harcamışsın, tebrikler ve sağlıklı günler dileklerimle.