Tuva'ya yolculuğum İstanbul’dan başladı. Bavula birkaç paket lokum, Türk kahvesi ve nazar boncuğu, sırtıma da keman ve rebabı attıktan sonra üç saatlik bir uçuşun ardından Moskova’ya vardım. Havaalanından otele gitmem de bir diğer üç saatimi aldı. Büyük ve karmaşık Moskova metrosunda tabelalara boş gözlerle bakarken karşılaştığım Amerikalı yardım etmese sanırım daha da uzun sürebilirdi otele varmam. Rusya’da çok fazla kişi İngilizce konuşmuyor, dolayısıyla herkese yol sormak mümkün olmuyor.
Oteli nihayet bulup eşyaları bıraktıktan sonra etrafı biraz dolaşmak için dışarı çıktım ve ışıklarla süslenmiş bir yoldan Kızıl Meydan’a indim. Meydan’ın gece manzarası ve meşhur Aziz Vasili Katedrali aydınlatmalarla harika görünüyordu. Rebabı kılıfından çıkarıp bir Moskova havası aldırmak iyi olur diye düşünerek Kızıl Meydan’da bir köşeye oturup biraz çaldım.
İki günümü Moskova’yı gezmeye ayırmaya karar vermiştim. Moskova çok güzel bir şehir. Mimarisi, meydanları ve heykelleri Rusya’daki sanat ve estetik anlayışını gözler önüne seriyor. Şehri gezmenin en iyi yollarından biri de bisiklet. Kolayca üye olup kullanabildiğiniz bir bisiklet paylaşım sistemi var. Görülecek pek çok müze var, bunlardan biri de Glinka Müzik Enstrümanları Müzesi,
Müze, klasik batı müziği enstrümanlarının yanı sıra Dünya’nın farklı köşelerinden etnik enstrümanların da bulunduğu 1000 küsur parçalık büyük bir koleksiyona sahip. Çalgıların hepsinin video kayıtları yapılmış, yanlarındaki küçük ekrandan seslerinin nasıl olduğunu duyabiliyorsunuz. Tuva çalgılarının olduğu bölümün yanı sıra Türkiye’den cümbüş, bağlama ve kanun gibi tanıdık çalgıları da burada görmek güzel bir histi. İşte müzedeki değişik enstrümanlardan birkaçı:
Solda; Kokles, Letonya'dan bir kanun benzeri çalgı. Sağda; Pochette, Avrupa'dan cep kemanı.
Sağda, Puşkin Müzesi'nden lir çalan kadın. Solda, Glinka Müzesi'nden gitar-lir'in kendisi. 19. yy Almanya'sından telli bir çalgı.
Moskova’dayken mutlaka Nazım Hikmet’i de ziyaret etmeliyim diye düşündüm. Novodevichi Mezarlığı’ndaki anıtı çiçekler ve şiirlerinden bölümler ile bezenmişti. Aklıma ‘Memleketim’ şiiri geldi, ve memleketinden uzak düşmüş olmanın ona ne kadar acı vermiş olduğu. Amerika’ya taşınmadan önce İstanbul’da yer aldığım son konserlerden biri Fazıl Say’ın Nazım Hikmet Oratoryosu’ydu. Memleketim şiirine bestelediği şarkıyı çaldığımız esnada bütün orkestra nasıl gözyaşlarımıza hâkim olamadığımızı hatırladım. Çiçeklerin yanına çöküp Nazım’ı düşündüm. Şimdi şiirleri hepimizin kalbindeydi, artık memleketine uzak değildi.
Memleketim, memleketim, memleketim, Ne kasketim kaldı senin ora işi Ne yollarını taşımış ayakkabım, Son mintanım da sırtımda paralandı çoktan, Şile bezindendi.
Sen şimdi yalnız saçımın akında, İnfarktında yüreğimin, Alnımın çizgilerindesin memleketim, Memleketim, Memleketim…
Mezarlıktan ayrılmadan önce büyük besteciler Prokofiev, Şostakoviç ve çellist Rostropoviç’in mezarlarını da ziyaret ettim ve arkalarında bırakmış oldukları müzik için içimden teşekkürlerimi sundum. Onları dinleyerek ve eserlerini çalışarak sayısız saatler geçirmişimdir, her klasik müzisyen gibi. Özellikle Prokofiev’in yeri bende ayrıdır ve ne zaman tren yolculuğuna çıksam aklıma gelir; trenlere ve saatlere olan ilgisi ve bunu müziğine nasıl işlediğinden dolayı. Pek çok eseri üzerinde sık sık yaptığı tren yolculuklarında çalışmıştı, 4. Senfonisi ve Üç Portakal’a Aşk operasının librettosu dahil. En sevdiğim eserlerinden biri olan 1. Senfoni'nin son bölümünü burada koymadan geçemeyeceğim.
Trenlerden söz açılmışken, üç günlük Moskova turunun ardından sonraki durağım nihayet tren istasyonuydu, gerçek yolculuğun başlayacağı nokta. Sibirya Ekspresi ile önümde üç günlük uzun bir yolculuk vardı. Moskova’dan Sibirya’da bulunan Krasnoyarsk şehrine varmak tam olarak 60 saat sürecekti. Bu süreçte pek çok şehirden geçecek ve birkaç saat dilimi değiştirecektik. Tren mükemmel bir dakiklikle 16:20’de istasyondan ayrıldı. Hava inanılmaz sıcaktı ve tren epey eskiydi. Hızımızı alana kadar içeride nefes alacak hava pek yoktu. Nihayet hızlanmamızla birkaç dakika içinde rüzgâr pencerelerden içeri dolmaya başladı. Kompartımanda ilk yol arkadaşlarım bir Rus çiftti. Kısa sürede sohbete başladık ve onların da müzisyen olduğunu öğrendim. Yolculuğumun müzikle ilgili olduğunu, Tuva Cumhuriyeti’ne gittiğimi söyledim ancak Tuva’yı daha önce duymamışlardı. Biri şarkıcı biri gitarist olan çifte rebabı gösterdim, tren tıngır mıngır giderken biz de kompartımanda birkaç şarkı söyledik beraber. Sonraki gün aynı saatlerde yine şarkı söyleyince yandaki kompartımandan gelip kızdılar, çünkü Moskova saatinin 3 saat ilerisindeydik şimdi!
Vakit ilerledikçe pencerenin dışındaki manzara değişti, renkler sıcaklaştı, sonra yerini karanlığa bıraktı. Ardından yeni bir güne uyandım ve renkler tekrar parlaklaşıp, kızıllaşıp, karardı. Dağlar, ormanlar, nehirler, uzaktan görünen ufak köyler pencerenin ardında durmadan akıp gidiyordu. Uçsuz bucaksız bir yerin ortasında üç beş ev oluyordu bazen, oradaki insanların neler yaptığını merak ediyordum. Sibirya’ya yaklaştıkça hava serinledi, bu sırada birkaç büyük şehirden geçtik. Omsk ve Novosibirsk gibi büyük şehirlerde yarımşar saat mola veriliyordu, diğer istasyonlarda ise sadece birkaç dakika duraklayıp yola devam ediyorduk. Uzun molalarda hızlıca trenden inip istasyonda yiyecek satan teyzelerden Rus böreği “piroşki” alıyordum.
Trende ne yiyip ne içiyorsunuz diye soranlara; yola çıkmadan yanınıza yeterli ölçüde yiyecek alıyorsunuz ilk önce. Tren istasyonunun etrafında yolculuğa yönelik yiyeceklerin satıldığı pek çok market mevcut. Her vagonda sıcak su cihazı bulunuyor. Üstüne sıcak su eklenerek yapılan makarnalar, çorbalar, poşet çaylar yolculukta çok lezzetli geliyor. Trende yemekli vagon da bulunuyor ancak çok fazla çeşit yok ve fiyatlar normalin oldukça üstünde.
Böylece üç günlük kesintisiz tren yolculuğunun sonunda sabah 9'da Krasnoyarsk şehrine vardığımızda etnomüzikolog Theodor Levin'in Tuva'yı anlatan "Dağların ve Nehirlerin Şarkı Söylediği Yer" kitabını iyice öğrenmiş ve epeyce Tuva müziği dinlemiştim. Bu süre içinde bir dakika bile sıkılmadım desem inanır mısınız bilmiyorum ama özellikle tıngır mıngır giden bir trende uyumak çok keyifli oluyor. Yolculuğun geri kalanı karayolu ile devam edecekti. Krasnoyarsk bölgesinden geçen M53 karayolu Hakasya, Tuva ve Moğolistan sınırını birbirine bağlıyor. Krasnoyarsk’da bir alışveriş merkezinin otoparkından Tuva’nın başkenti Kızıl’a giden minibüsler kalkıyordu. Trenden inip bir süre yürüdükten sonra Tuvalı arkadaşım Aysa'nın tarif ettiği alışveriş merkezine vardım. Otoparkın uzak köşesinde duran minibüse doğru yöneldim, ufak tefek bir adam minibüsten inerek yanıma geldi. Kısıtlı Tuvaca’mla biraz anlaşmaya çalıştık. Sonuç olarak kendisinin Aysa’nın bahsettiği kişi olduğuna kanaat getirerek bavulumu ona verdim. Birkaç yolcu daha gelecekti anlaşılan, beklememi ve bir saat sonra yola çıkacağımızı söyledi. Bir saat dediğine eminim çünkü Tuva dilinde de bire bir deniyor. Sonuç olarak yola çıkmamız üç saati buldu. ‘Tuva saati’ diye bir şey olduğunu ve verilen saate en az iki üç saat daha koymak gerektiğini bana Tuva’ya gidince anlatacaklardı.
Herkesin eşyaları bagaja ve minibüsün üstüne yüklenip sıkıca bağlandıktan sonra akşama doğru nihayet yola çıktık, iki kaptan, yolcular ve bir yavru kedi. Yolculuk tam 14 saat sürdü. Soğuk gece boyunca Sibirya’nın bir ucundan diğer ucuna geçerken, tekrara koyulmuş aynı Tuva pop şarkısı müzik setinde son seste on yedinci defa çalarken ve yavru kedi kafasını kaldırıp kaldırıp boğuk bir sesle miyavlarken karanlıkta bir petrol tankerine yanaştık. Sahibi hortumu tankerden minibüse bağlayıp bizim kaptanla birlikte başında birer sigara yaktı, depo dolarken. Neyse ki havaya uçmadık. Ardından biraz daha yol gidip bir çorbacıda durup çorba içtik gecenin bir yarısı. Orta Asya'da da olsa, Anadolu'da da olsa genler birbirine çekiyor herhalde diye düşündüm içten içe.
Saatler sonra sarsıntılı yoldan, soğuktan ve hâlâ tekrarda olan Tuva pop şarkısından yorgun düşüp uyuyakalmıştım ki gözüme giren güneş ışığıyla uyandım. Penceremin dışında hayal gibi bir manzara vardı, uçsuz bucaksız bir bozkır ve uzakta puslu dağlar… Yeni doğmakta olan güneş biz hareket ettikçe uzaktaki dağların ardında bir kaybolup bir beliriyordu. Gün ışığı bozkırın üstünde birikmiş sise yansıyor, etrafa altın rengi bir parıltı yayılıyordu. Tuva’ya tam da hayal ettiğim gibi bir giriş yapıyorduk. İlgiyle dışarıdaki manzaranın değişmesini ve bozkırın yerini önce ağaçlara, sonra tek tük evlere ve toprak yollara bırakmasını izledim. Nihayet Kızıl’a varmıştık. Sürücüye elimdeki adres yazan kâğıdı uzattım, bir de telefon numarası vardı. Adrese varınca numarayı arayıp benim geldiğimi söylediler. Az sonra yaşlı bir teyze apartmandan çıkıp bize doğru geldi. Can’ın beni iletişime soktuğu Tayana’nın annesiydi bu, oğlunun boş olan dairesinde kalacaktım. Yukarı çıkınca biraz konuşmaya çalıştık el kol hareketleriyle, ancak pek anlaşamadık. Yaşlı teyze beni dinlenmeye bırakarak evden ayrıldı.
Biraz yerleştikten sonra haritayı açıp geldiği yola baktım. Bir de Boston'dan geldiğim düşünülürse Dünya'nın öbür ucuna gelmiştim. Sanırım ilk kez bu kadar yabancısı olduğum bir yerdeydim. Önümüzdeki günlerde ne yapacağıma veya beni nelerin beklediğine dair kesin bir fikrim yoktu hâlâ. Ancak buradaydım işte, Tuva'ya ulaşmıştım.
Benim narin kizim ne uzak yerlere gitmis masallah. Benim gibi seviyor yolculugu. Bir de muzik sebebiyle olmasi harika.